Danışmanlarımızdan

Ben 26 Kasım 2007’de ilk çocuğum, oğlum Poyraz’ı kucağıma aldım. Hastanedeyiz, nasıl mutluyum. Çok istemiştim baba olmayı ve Poyraz artık kucağımdaydı. Onun elime ilk kez aldığım o anı hatırlıyorum. Ufacık, güçsüz, hafif titrek, şaşkın. Baktım ve düşündüm “bu benim oğlum, bana onu seveyim diye verdiler. O, beni ömrü boyunca sever, sevmez onu bilmiyorum ama ben onu ömrüm boyunca seveceğim”. Ben tam bu düşünceler içinde iken artık refleks mi değil mi bilemiyorum, bana bir de güldü. Nasıl ağlamaya başladım, hüngür hüngür gidiyorum.

İşte ben bu derin duygular içinde iken bir hemşire elinde bir kâğıt ile içeri girdi. Bir yandan da “maşallah maşallah” deyip duruyor. Biz soru işaretleri içinde bakınca durumu anlattı. Elindeki kâğıt doğum karnesi imiş. Malum bizde doğan çocuğa da karne veriyorlar. Neler yazıyor bu karnede bilmeyenler için anlatayım. Temelde karne metni doğumun yapıldığı ili, ilçeyi, hastaneyi, tarihi, anne adını, çocuğun cinsiyetini ve iki adet sayıyı içeriyor. Bunlar çocuğun boyu ve kilosu. Doğum boy ve kilosu (bilmeyenler için bu bilgiyi de vermiş olayım) hepimizin bildiği üzere dünyanın en önemli sayılarıdır!!!

Hemşire hanım maşallahlardan sonra bize müjdeli haberi verdi “Oğlan” dedi “tam 51,5 santim”, sonra bir maşallah daha ve “kilosu da çok iyi, 3,950” dedi. O an eşime baktım ve işin ciddiyetini anladım. Sonuçlardan çok mutlu, 1.62 boyumla bunu ben yaptım diye bakıyor. Neticede hamilelik yaşayan oydu ama ben de bir ihtimal benim de katkım olmuş olabilir diye bir havaya girdim ve kendimi odadan dışarıya attım.

Hastanelerin doğum katları sınav sonuçları açıklanmış okul kantinleri gibi oluyor. Herkes birbirine notunu soruyor. Kısmet bu ya, bizim katın en iyi notu da bizde. Her sorana bizim oğlanın boyunu ve kilosunu biraz da havayla söylüyorum. Ara ara geçerken de eşime bakıp göz ucu ile onu kutluyorum söz konusu çocuk üretiminden dolayı.

O gün başlayan ana-babalık maceramızın özeti de aslında bu oldu. İstedim ki en hızlı o koşsun, en iyi notu o alsın, en girişken, en sosyal ama aynı zamanda en duygusal, en akıllı, en bilgili, en okuyan, en kafası çalışan çocuk benimkisi olsun. Yaşam hangi notu açıklarsa açıklasın hep tepede olsun. Bunu belki böyle ifade etmedim ama şimdi itiraf ediyorum içten içe istedim, her an, her yerde her durumda en iyi çocuğun babası ben olmayı. Bu istekle de onu kendi performansımın malzemesi haline getirdim. Daha da ötesi ve bugün içimi yakarcasına beni üzen, bu istekle onun canını çok sıktım ve hiç hak etmediği halde çok üzdüm. Bunun farkına vardığımdan beridir de kendimi engellemek için elimden geleni yapıyorum.

Peki, ben kötü biri miyim? Bunu yapan bir tek ben mi varım? Anne-baba seminerlerine genelde bir soru ile başlarım “Nasıl bir çocuk istiyorsunuz?”. Bu sorunun cevabı son derece zengin bir biçimde gelir, neler neler söylenir. “Özgüvenli, sosyal, kendi ayakları üzerinde durabilen, laf dinleyen, ders çalışan, vatana millete faydalı, saygılı….” liste gider de gider. İkinci sorum ise “Siz nasıl bir anne-baba olmak istiyorsunuz? ”dur. Bu soru için cevaplar genelde çok daha kısıtlı ve üzerine düşünülerek geliyor. Peki hangisi kontrolümüz altında? Biz nasıl bir ana-baba olacağımızı belirleyebilecek içen yatırımı, emeği çocuğun nasıl biri olması gerektiği kısmına yapıyor ve bunu yapmaya çalışırken çocuğun kendi olmasına hiç fırsat vermiyoruz. Bugün geldiğim yerde istediğim bir tek şey var, ileride bir gün ben yaşlanacağım, çocuklarım yetişkin olacak ve istiyorum ki onlar benimle zaman geçirmeyi, benimle sohbet etmeyi, hayatlarında benim varlığımı hala istiyor olsunlar. Bundan başka hiçbir beklentim yok. Eğer bunu sağlayacak ana-babalığı yaparsam zaten o sayılmış kalabalık beklentiler listesinin kendiliğinden gerçekleşeceğini de biliyorum. Bu paragrafın girişinde yer alan soruların cevabını da vermek isterim. Ben aslında dün de bugün de kötü biri değilim, üstelik bu hataları yapan tek kişi de değilim ama ne yazık ki sonuçlarını çocuklarımız çekiyor.

Gelelim bu yazının fotoğrafının hikâyesine: Konuşmalar, eğitimler derken çok sık seyahat ediyorum. Bu sırada da fırsat olursa biraz da geziyorum. Gezerken de cep telefonları sağ olsun imkân buldukça fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Yukarıda gördüğünüz fotoğrafı da böyle bir seyahat sırasında çektim. Sahilde gördüğüm kuşları çekmek için yaklaştım, ben fotoğrafı çekmek için hazırlanmıştım ki kuşlar birden havalandılar ve bu görüntü ortaya çıktı. Fotoğrafı çekerken beğenmiştim ama sonra incelediğim zaman dikkatimi çeken başka bir şey oldu. Hepsi aynı anda kalkmış aynı yere gider gibi görünen bu kuşların hepsi birbirinden farklı. Birbirlerine ne kadar benzeseler de hepsi aslında bambaşka. Bu fotoğraftaki ahenk bende o kadar güzel duygular uyandırıyor ki. Aslında en sağlıklı model, doğanın modeli. Her kuşa kendi olma imkânı veriyor. Kimse bir diğerinden daha iyi veya kötü diye yargılanmıyor. Hepsi benzer, hepsi farklı, hepsi kendi.

Bunu kendi evinde sağlayan, kendi isteklerini geri plana iterek çocuğuna kendini keşfetme kendi olma imkanı veren, onun mucizesine saygı duyan her ana-baba bence çok büyük bir başarı elde etmiş, doğru yolda ilerlemektedir. Bu yolda emek veren herkese selam ile.

Görüşmek üzere.