Danışmanlarımızdan

Hikâyemiz, 1992 yılı Kasım ayında, bir Cuma günü, öğleden sonra saatlerinde, İstanbul Tuzla’da bugün adını hatırlamadığım ama halen yerini bildiğim bir tersanenin kapısında başlıyor. O zamanlar İstanbul Teknik Üniversitesi, Gemi İnşaat Mühendisliği Bölümünde çiçeği burnunda bir öğrenciyim. Okul açılalı yaklaşık bir buçuk ay olmuş ve biz yeni öğrencileri mesleği tanıtmak için teknik geziye götürmüşler. Otobüsten indim. Tüm arkadaşlarla birlikte kapıya doğru yürürken, tersanenin kapı görevlisi bir metreden biraz daha yüksek muhtemelen araç girişi için kullanılan tekerlekli bir demir kapıyı yana doğru çekerek girişimize izin verdi. Kapının çıkardığı ses, mekânın dışarıdan görüntüsü derken ben bir anda durakladım ve içeriye girmeden elimi o demir kapının üzerine koydum. Koyduğum an kendi içimde birkaç şeyi fark ettim. Bunların ilki; bir gemi inşaatı öğrencisi olarak daha önce bırak içine girmeyi, tersane görememiş bile olduğumdu. Bir başka farkındalık ise önümüzdeki 40 yılı burada veya buna benzer bir yerde geçireceğim gerçeği ile ilgili idi. İşte o an o soru kafama çakıldı ve doğrusu uzaklaştırmadım da “Oğlum önümüzdeki 40 yıl buradasın. İstiyor musun?”. Soru bir şey değil de asıl üzücü olan cevap oldu fark ettim ki hiç istemiyorum. Ondan sonrası da benim hayatımın macerası oldu.

Öğrencisi olduğum üniversite, Türkiye’nin en iyi mühendislik eğitimi veren köklü üniversitelerinden biri idi. Girdiğim bölüm oranın iyi bölümlerinden biri, yüzde 1-2 bandından öğrenci alan bir yerdi. İngilizce destekli eğitim alıyordum. Türkiye’nin çok iyi bir ortaokulundan ve çok iyi bir lisesinden mezundum. İzmir’de büyüdüm. İyi bir dershanenin iyi öğrencileri arasında üniversite sınavına hazırlandım. Üniversiteye geldiğimde çok iyi düzeyde İngilizce ve iyi düzeyde Almanca biliyordum. Sınavı 64 türkçe sorusundan 62 net, 52 matematik sorusundan, 49,5 netle bitirdim. Ben yazayım diye etrafımdaki herkes isterken (şimdi anlıyorum ki biraz da onların inadına) tıp tercihi hiç yapmadım. Matematik öğretmenimin önerisi ile “öğrenci iken çalışmaya başlamak ve iyi para kazanmak motivasyonu” ile bu bölümü yazdım ve kazandım.

Üniversiteye geldiğimin ikinci ayında ise bu bölümün bana göre olmadığını anladım ancak bölümü bırakacak cesareti de gösteremedim. Bu kısmı biraz daha açmak istiyorum. Okulun kendisini bırakmakta bir sorun yok, burada temel mesele ailemi ikna etmekti. Ailem başta itiraz etse de eninde sonunda isteğimi kabul ederdi ancak bir de soru sorarlardı; “Burayı istemiyorsun. Peki tamam. O zaman ne istiyorsun?”. İşte asıl sorun benim bu soruya cevap vermeyişim idi.

Okumuş, bilgili, ilgili bir aile ve Türkiye’de iyi eğitim denilen şey her ne ise onu almış birisi olarak ne yazık ki bu soruya cevap veremiyordum. Ben bunu gencin ve öğrencinin dramı olarak görüyorum. Benden müthiş bir soru çözme, sınav başarısı elde etme makinası üretilmiş ama en temel soruya yanıt verecek donanım ise hiç verilmemiş, gelişmesine destek olunmamış, hatta yokluğu bile kimsenin dikkatini çekmemiş.

Kurumlara verdiğim eğitimler sırasında tanımlanan en önemli sorun motivasyon eksikliği oluyor. İnsan gönlünde yatan aslanı keşfedemeyince ne yazık ki motviasyon üretmek çok zorlaşmaya başlıyor.

Bugün baktığımda bir bireyin en temel meselesini kendini tanımak olarak tanımlayabiliyorum. “Ben kimim?” sorusuna verilen cevap yaşamın aslında başlangıç noktası. İkinci temel konu ise “kim olmak istiyorum?”. Bu da kişinin hedefini, geleceğini tanımlıyor. Bu iki soruyu kendine sorup kendi cevap veremeyen bireylerin ise ne yazık ki yaşamı esen rüzgarlara bağlı bir biçimde gelişiyor.

Benim hikayeme geri dönersek bu soruyu kendine sormuş ama yanıtının olmadığını fark etmiş birisi olarak yaşamımın kalanını kendi cevaplarımın peşinde koşturarak geçirdim. Hiç kolay olmadı, çok emek vermem gerekti, bir sürü başarısızlık dönemlerim, vazgeçmek istediğim anlar oldu, kabul de etmeliyim birçok yerde de şansım yaver gitti ve bugün “iyi ki” dediğim bir hayatı keyif alarak yaşayabildiğim noktadayım. Fakat bana benzer örneklerin tümü aynı sona ulaşamayabiliyor. Benim hikayem de bu kadar zorluk içermek durumunda değildi.

Şimdi bu alanda hizmet veren bir eğitimen/danışman ve bir baba olarak aile ve kurumların en temel meselesinin bu soruları sorup kendi içinden yanıtları verebilecek genceler yetiştirmek olduğunu biliyorum. Hangi sorudan kaç tane yapıldığı, kaç net çıkarıldığı kesinlikle önemli. Bugün yaşadığımız ülkede sistem daha ileri eğitim için bunların hesabını tutmaktadır. Ancak bu çözülen sorular ile alınan notlar ve puanlar ile gidilmeye çalışılan bir liman yok ise aile ve kurum şapkayı önüne koyup düşünmelidir.

Yaşamda seçimlerini, kendini tanıyarak ve anlayarak yapan çocuklar için verilen her emeğe her sabır zerresine değer. Hayatının sahibi olmayan insanın mutlu olma ihtimali bilimsel çalışmalar gösteriyor ki pek olası değil.

Bu yazıyı okuyan biri olarak bu noktada ben “iyi de nasıl olacak o?” sorusunu sorardım. Bugünlük yerim dar, onu da bir başka sefere dilim döndüğünce anlatmak isterim.

Kendi tanıyan, kendi olabilen, kendini inşa eden çocuklar yetiştirebilmek dileği ile.

Selamlar, sevgiler